Kayıt dışı siyaset, kayıt dışı din, kayıt dışı ekonomi

Prof. Dr. İlhami Güler / Ankara Ünv. İlahiyat Fak.
5.04.2014

Son dönemde Cemaat ile AKP arasında cereyan eden siyasi kavga, her iki gurubun üst düzey sorumlularının kendilerini ‘dindarlık’ ile İslam’a nispet etmeleri hasebi ile, a) yüce dinimizin muhtevasının/değerlerinin zedelenmemesi, b) milli bütünlüğümüzün parçalanmaması, c) giderek yaygınlaştığı hali ile din işleri ile Ahlak-vicdanı birbirinden ayırmış, akılsız bir inanç/iman ile imansız-ahlaksız bir dindarlığın ‘İslam’ olarak algılanmaması için taraflara şu çağrılarda bulunuyorum:


Kayıt dışı siyaset, kayıt dışı din, kayıt dışı ekonomi

İslam’ın bin dört yüz yıllık geleneğinde ümmetin kahir ekseriyetinin üzerinde icma ettiği meşru bilgi kaynakları Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas/İçtihad(akıl) olarak kabul görmüştür. Bu kaynakların umumi ve geçerli ‘bilgi’ ye dönüştürülmesi, fıkıh ve kelam disiplinleri ve buralarda ortaya çıkmış ekollerde hermenötik/yorumsal yol ile olmuştur. Öteden beri ilham ve rüya yolu ile elde edilen bilgi ile ancak sonucu-etkisi kendinde kalacak fiillere başvurulabilir. Bunun ötesinde kamusal, dini, hukuki ve politik sorumluluk/yükümlülük fiilleri doğuracak kaynaklar olarak icma kabul edilmemiştir. Bu bağlamda özellikle  ‘batınî’ yollar ile bilgi elde ettiğini iddia edenlerin kitleleri yönlendirmek amacı ile mehdilik, mesihlik, gavslık, evtadlık, kutupluk, imamlık... gibi “yüce/kutsal diktatörlük” iddialarının hiçbir muteber dini, ahlaki ve ilmi kıymetinin olmadığını bir kez daha hatırlatıyoruz. Yahudilik ve Hıristiyanlıktan geç dönemde İslam kültürüne intikal etmiş “Fiten ve Melahim” edebiyatına (kıyamet alametleri, mehdi, mesih) itibar edilemez. Fetullah Gülen’i iddia edildiği gibi, -kendine böyle bir rol biçmiş ise- hem İslam’ın, hem de ümmetin ve milletin selameti için bu iddialardan derhal teberriye/tövbeye çağırıyorum.

Benzer şekilde İslam toplumunun çok erken bir döneminde yaşadığı iç savaştan (büyük fitne) sonra politik alana musallat olmuş “sanki onlardanmış gibi görünme” anlamındaki “takiyye” tutumu, karakteri ve hatta inancı, entelektüel olduğu kadar ahlaki bir zaafın da ürünüdür. En zor koşullarda dahi risalet ve hilafet dönemlerinde bu ahlaki “iki yüzlülük”e başvurulmamıştır. Siyaset, Ortadoğu toplumlarında giderek İslam’ın risalet ve hilafet dönemindeki ahlaki özünü kaybederek saltanat (İslam dünyasının Makyavellisi ve ‘Prens’i olarak Muaviye) ile birlikte kurnazlık, hile, kumpas, desise, dalavere, tuzak, kurtluk... anlamlarında hayvanlarla ortak yanımız olan biyolojik akla kaymıştır.

Oysa insanlığın geliştirdiği bilim, felsefe, sanat ve ahlak-din (vicdan) yaratma anlamında bir de beşeri aklı vardır. İslam/peygamberler, siyaseti beşeri akıl (ahlak-vicdan) ile yapmayı salık vermişlerdir.

İslam’da samimiyet/niyet, dini-ahlaki amelin değerinin yarısıdır; diğer yarısı ise, işin ahlaki-hukuki sonucudur. Samimiyet, cehalet veya gaflet ile birleşince sonuç gizlice ve bilinçli olarak kandırma ve hile yapma anlamına gelen hıyanet olabilir: “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin (iddia, dava, itikad) peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp bunların hepsi ondan sorumludur.” (17/36) Dava gütmede dogmatik/taklitçi, gizemci(rüya-ilham), tekelci ve fanatik olmaktan sıyrılarak daima eleştirel/muhasibi ve mukni olmaya çağırıyoruz.

Zanna-vehme ve zulme düşmek her faninin düçâr olabileceği insani durumlar olması hasebi ile; her hangi bir kişinin, camianın, gurubun, mezhebin, meşrebin, partinin, tarikatın veya cemaatin tek başına İslam’ın aslî hakikatini veya evrensel özünü temellük, temsil veya tebliğ ettiğini iddia ve vehmetmesi asla kabul edilemez. 

Erken dönemde siyasi erkten bağımsız olarak oluşmuş “Ulema (Fukaha, Mütekellimun, Müfessirun, Muhaddisun)”, İlminin yetkinliği/derinliği ve ilmi ile amil olması oranında İslam tarihi boyunca İslam’ın, Şeriatın ve maşer’î vicdanın mutlak olmayan yorumsal özünü temsil etmiştir. Ulemanın otoritesi, delilinin mukniliği ve amelinin muhsinliğinden gelen aleni ve denetlenebilir (“Her ilim sahibinin üstünde daha fazla bilen biri vardır”12/76) oluşundan kaynaklandığı halde; rüya veya ilham gibi “batıni/gizli” yollardan  vahye mümasil “ilahi bilgi” aldığını iddia eden Şeyh, Veli(Evtad, Kutup, Gavs) Mehdi, İmam...vsnin otoritesi, Allah’ın otoritesinin kerameti kendinden menkul gasp edilmiş(yüce/kutsal diktatörlük)  halidir. Oysa, otorite bakımındanAlimler, peygamberlerin “sivil” varisleridirler; içtihadları delile dayalı olarak kabule ve redde açıktır.

Dini ve politik alan... 

Ülkemizde Diyanet kurumu ve onun başkanı, İslam’ı temsil etmez; sadece halkımızın ibadet ihtiyacını karşılamayı ve kendi vüsatince İslam itikat ve ahlakını halka “vaaz ve irşad” yolu ile tebliğ edilmesini ifade eder. Bu kavgada Diyanet, siyasi bir taraf olmaksızın taraflara sağduyu ve itidal çağrısı yapmalıdır. İlahiyat fakültelerindeki ‘akademisyen’ ilahiyatçılar ise, henüz ‘ulema’nın tarihsel saygın-tarafsız misyonunu (vicdan ve hakkaniyet) ve yerini doldurabilecek ilmi-ahlaki ağırlığa-çapa ve siyasi bağımsızlığı haiz olmadıkları için bir kısmı ‘bildiriler’ ile siyasi ‘taraf’ olmuşlardır.

Demokratik toplumlarda STK’ların faaliyet alanları bellidir. Kendini “dini cemaat” olarak lanse etmiş bir camia-çevre veya topluluğun, sivil-kültürel, ahlaki, eğitimsel faaliyetin dışına çıkarak kendine ‘mehdilik’ misyonu ile oluşturulan ‘irrasyonel’ politik ‘ütopya’lar koyması ve bu hedefe ulaşmak için yabancı istihbaratlar ile ‘diyalog’a girerek kendi ülkesinde demokratik mekanizmalarla iktidara gelmiş bir Hükumeti illegal ve korsan yöntemler ile düşürmeye kalkışması, asla kabul edilemez.

Bu hedefini gerçekleştirmek için siyasi, bürokratik sıfatı olan veya sıradan insanların kamusal sonuçları olmayan ‘özel’ ilişkilerini dinleyerek veya mahrem görüntülerini kaydederek bunları a) bu insanları itibarsızlaştırmak; veya b) iddia edildiği gibi eğer doğruysa, yabancı ülke istihbaratlarına ulaştırılması, açıkça ihanet olduğu için, hiçbir gerekçe ile (ahlaki, dini, politik...) asla savunulamaz, kabul edilemez.

Cumhuriyet tarihinde öteden beri devam ettiği üzere, hem cemaat ve tarikatların, hem de siyasi partilerin hükumette veya muhalefette iken himmet-hizmet, bağış, infak, zekat, sadaka, öşür, kurban... adı altında hayır amacı ile topladıkları veya yönlendirdikleri paraların toplanma ve dağıtılma yöntemleri, gelişmiş hukuk devletlerinde olduğu gibi legal/hukuki bir çerçevede, denetlenebilir ve şeffaf olmadığından dolayı, bu süreçlerde sık sık itham ve iddia edildiği gibi zimmet, rüşvet,  ihtisap, iltimas, irtikab, ihtilas, hile-i şeriyye ve kitabına uydurma yolları ile istismar edilmesi kaçınılmazdır. Hayır veya bağış ekonomisinin, ülkemizde yüzde 40’lara varan “kayıt dışı ekonomi”  ve “Kara para” ile olan organik-yapısal bağı gözden kaçırılamaz. En kısa zamanda bunun hukuki-ahlaki-şeffaf altyapısı hazırlanmalıdır. Siyasetin kayıt dışı finansmanı, ülkemizin karşı karşıya olduğu en büyük ahlaki problemdir. Kayıt dışı ekonomi, kayıt dışı siyaset ve kayıt dış (batınî ve illegal) din birbiri ile yeraltı bağları ile bağlanmış ve ‘mafyalaşmış’tır.

Holdingleşen cemaatler

Kamuda görevlendirilecek memurların, ülkemizde ‘holding’e dönüşmüş birçok cemaat, tarikat ve partili ‘biz’ kimliğine sadakat veya alnı secde görmek, başörtüsü, sakal... vs gibi sözde veya görünüşte ‘dini’ kriterler yerine; ahlaki anlamda eşit bir şekilde liyakat, ehliyet ve hakkaniyet ilkelerine göre atanması, İslam’ın ve vicdanın emridir. Bu kriterler, birer ‘derebeyliğine’ dönüşerek kamu kurumlarını parsellemiş tarikat-cemaatlerin ‘biz’ kimliğinden “sizden emir sahipleri (ulu’l emri minkum, 4/59)” kriterine daha uygundur.

Bilgi elde etme yöntemleri ‘illegal’ dinleme ve görüntüleme ile da olsa, kamu çıkarlarını korumadığı veya haksız yere kendine geçirdiği iddia edilen siyasi ve bürokratik kişilerinyargılanmaları ve suçlu bulundukları takdirde görevden el çektirilmeleri, kamunun kahir ekseriyetinin beklentisidir.

Tarafların aralarında yürüttükleri ve özü itibari ile ‘siyasi’ olan bu mücadelede dini değer, kavram, sembol ve dile başvurmaları( fitne, gayretullah, fravun, haram, dua, beddua, bela okuma, müleane, hakk-batıl, hidayet-dalalet, sapıklık...), hem muazzez dinimizin yıpratılması, hem de milli birliğimizin zedelenmesi açısından son derece kaygı vericidir. Laiklik, Türkiye’de şimdiye kadar dindarlara dışardan dayatılan ve dinlerinden uzaklaşmayı salık veren bir ideoloji idi. Oysa İslam dünyasının tarihte ve günümüzde din-siyaset ilişkisi bağlamında yaşadığı hazin tecrübeler ve bugün ülkemizde karşılaştığımız son durum, bizi, laikliğin yeni bir türünü kendi maslahatımız -Fıkıh Usulüne göre hükümlerin vazediliş gerekçesi “maslahat”tır-açısından tekrar düşünmeye zorunlu kılıyor: Siyaset(yapanlar), saikini/motivasyonunu dinden alsa bile; dilini akli ve ahlaki olarak kurması -çünkü akli ve ahlaki olan İslam’a muğayir değildir- ve herkesçe mukaddes sayılan dini değer, kavram, sembol ve kişilere aleni atıf yapmamalıdır. Tarih boyu toplumlara musallat olmuş dinden kaynaklanabilecek totalitarizm, fanatizm ve iç savaştan kurtulmanın başka yolu yoktur.

Bu kavgada tarafların ortaya koydukları Üslup, -hukuki olarak ‘suç’ işlemişlerin takibi ve cezalandırılması ayrı bir mevzudur- dinin kardeşlik, af, merhamet, sabır ve hakkı tavsiye, hakkaniyet ve hoşgörü taleplerinden ziyade; İslam’ın Müslümanların arasında yayılmasına karşı olduğu kin, nefret, şiddet, iftira, dogmatizm, fanatizm ve bağnazlıkları güçlendirmektedir. Bu tutum, Müslümanların erken dönemde  ‘sahabilerin’ yaşadığı iç savaşın (büyük fitne) öncesini hatırlatmaktadır; derhal terkedilmelidir.

[email protected]